31 Mart 2010 Çarşamba

ADANA - Lezzetin Dorukları

Şehrin ismini alan kebaba her ustasının bir şeyler kattığı Çukurova'daki büyük kebap tarlası...
Pegasus'un gezmeyi sevenleri yerinden hoplattığı "PEGASUS 9.99 TL lik 100.000 Koltuk ile Yeni Terminale Hoşgeldin Kampanyası"ndan aldığımız 10 tl'lik uçak bileti ile Ocak ayının 9'unda 6:20 uçağıyla gitmek üzere, Taksim'den kalkacak 04:00 servisine bindik. (Havaş Taksim Sabiha Gökçen - 13 TL) Yollar bomboş olduğu için 04:35'te modern ve güzel bir tasarıma sahip Sabiha Gökçen U.H.'dan içeri girdik. Bir saat sonra önünde uzun kuyruklar oluşacak kontuarlar bomboştu ve hemen check-in işlemini gerçekleştirdik. Zirvesi karlı ve dik yamaçlara sahip Torosların üzerinden gri, yeşil ve mavi'nin tonlarını barındıran çeşit çeşit geometrik şekildeki tarlaların uçsuz bucaksızmış gibi durduğu Çukurova'nın içerisinde kendine yer bulan havalimanına bir saat on beş dakikalık uçuştan sonra indik. Nizamiyeden çıkarken yolun solunda şehir merkezine giden Meydan dolmuşlarına ait durak var. Şehiriçinde dolmuşlar arı gibi çalışıyor. Çok beklemeden gelen minibüs ile şehir merkezine ( bizim için gezimizde şehrin merkezi Çetinkaya A.M. oldu) 10 dakika'da vardık.( Minibüs ücreti 1 lira ). İnerinmez kahvaltıyı ciğer ile yapmak için Birbiçer'i aramaya koyulduk. Dolmuş önünden geçiyormuş meğer ama biz bir daire çizerek Birbiçer Ciğere ulaştık. ( Birbiçer Çetinkaya AM'den havalimanına doğru giderken bir kaç yüz metre sonra solda, yolun ortasındaki ağacın arkasında.) Adanalı asker arkadaşım, Mehmet'in söylediğine göre, 8'den sonra ciğercilerde pek ciğer bulunmuyormuş. Biz biraz ümitsiz gittik, Birbiçer'e. Ancak İçeride onlarca şişi görünce, heyecanımız yeniden canlandı. Ocak başına oturmadık. Aslında ocak başına oturmak, ciğeri sürekli sıcak yemek için en uygun olanı. Üzerinize koku sinmesinden çekinmiyorsanız, en güzeli ustanın karşına geçerek, muhabbet ile ciğeri yemeniz. Ciğerleri beklerken, her nereye gitsek karşımıza çıkacak olan turp tabağı, karışık salata, ince doğranmış domates, sumaklı soğan tabakları geliyor. Lavaşı enine ikiye bölerek getiriyorlar. İncelmiş lavaşa sarılan ciğerin tadını daha iyi anlayabiliyorsunuz. Ciğerleri çok taze olduğu için çok lezzetli. Kesinlikle kalburüstü bir tadı var. Ciğerin yanında kendi şalgamlarını sunuyorlar. Ayranları ise kıvamlı ve ideal ekşilikte. (3 ciğer, 1 ekşi ayran ve 2 şalgam = 27 lira ) Hemen yanında Adana'ya gitmeden önce bir çok insanın tavsiye ettiği Eyvan Kebap var. (Ancak biz tercihimizi Eyvan'dan yana kullanmayacağız). Akşam Kebapçı Mesut'u ararken zaman kaybetmemek için, yakınında olduğumuz eski sebze halinin orada yerini belliyoruz (Kebapçı Mesut, sebze halimini ortalayan yolun hemen sağında. ) ve sonra Taşköprü'ye doğru yollanıyoruz. Restorasyon sonrası İstanbul surlarına dönmüş Taşköprü'yü görüyoruz. Köprünün yıpratılmış tarihi dokusunu Seyhan nehrinin güzelliği örtmeye çalışıyor. Bu kadar maviliği denizlerde görmeye alışmış benim gibi insanları hayrete düşürecek kadar güzel bir su akıyor, köprünün ayaklarından. Seyhan nehri, Taşköprü, Sabancı Camii ve Hilton şehrin önemli manzarasını oluşturuyor. Nehrin yanından Sabancı Camii'ne doğru giderken parkta bulunan balon hedeflerine birkaç el atış yapmayı da ihmal etmiyoruz. Cami'nin içine girdiğimizde, cumhuriyet öncesi camii mimarisinde yapılan son dönem yapılarının en güzel örneklerinden biri ile karşı karşıya kalıyoruz. Mekke ile İstanbul arasındaki en büyük Camii'ymiş. Her ne kadar güzel bir camii olsa da, bu tarzdaki daha iyi diğer camiileri geçemeyeceği için modern mimariye sahip olmasını yeğlerdim. Hemen yanında Belediye tarafından çok güzel tasarlanmış park bulunuyor. Yolun kenarında ve parkın içerisinde bir çok turunç ağacı diziliyor. Meyvelerini almak serbest. Zaten zıplamadan ulaşılabilecek mesafadeki meyveler dallarından koparılmış. Stadın yanında olduğumuzu görünce, Kling Usta'ya gitmeyi öneriyorum. Çünkü Külbastılı Adana kebabını bayağı övmüşlerdi. Tok karna yemek yemek için Kling Usta'nın peşine düşüyoruz. Stadın baraj tarafındaki bölümünde Ege Taksi var. Ege taksinin hemen yanında Kling Usta. İçeri girdiğimizde, çekişmeli bir tavla maçı vardı ve ateş yeni yeni yanıyordu. Birer porsiyon külbastılı Adana kebabı söyledik. Yanına yine ayran söyledim. Kıvamı çok yoğun olmasına rağmen ekşi olmadığından ayranın içimi pek keyif vermedi. Yemek öncesi sadece domatesten yapılmış ezme,sumaklı soğan, karışık salata ve turp geldi. Bizden önce sipariş verilen dürümler yola çıktıktan sonra özellikle yağlı ekmekleri ( yağlı ekmeği artık istemeden pek getirmiyorlarmış, etin yağında çürümüş lezzetli lavaş) ile istediğimiz Adana ve külbastı koca beyaz tabağında geldiler. Hemen Adana'daki ilk Adana Kebabının tadına baktım. Kesinlikle kıyma tadı değil, et tadı aldım. Ayrıca içinde kıyılmış kırmızı biberler bulunuyordu. Daha önce yediklerimden çok daha güzel olmasına rağmen, daha sonraki yiyeceklerimden daha iyi değildi. Külbastısını tattığımda ise, hayatımda bu kadar yumuşak eti az yediğimi fark ettim. Her iki tatta çok leziz olmasına rağmen, külbastı daha öne çıkıyordu. Ustanın ve garson arkadaşların güler yüzlülüğü ile tok karınlarımız daha bir tok kalktık. Çevrede dolanmaya başladık. Sonra karşımıza Kazım Büfe çıktı. Kazım Büfe'de mutlaka muzlu süt için diye tavsiye almıştık. Adanaya yemek için gitmiştik ve tokluk üzerine tokluk yaşasaksa amacımız, bu sütü içmeliydik. Önümüzdeki sıra bitip, muzlu sütlerimizi aldığımızda, lezzetine şaşırdık. Kusacağımı tahmin ederken, muzlu sütün keyfini çıkarırken buldum kendimi. Süt içtiğimize şaşırmış bir halde Tran garına doğru yollandık. Yol üzerinde Sular Böreği gördük. Bunun da bir lezzet durağı olduğunu biliyordum ama içerisinden gelen kokular midemde kramplara neden oldu. Tren garını da gezdikten sonra Ziyapaşa Bulvarı'dan eski şehre doğru yollandık. 5 Ocak Meydanına yakın Çakmak Caddesi'nde Gönül Kardeşler'de tatlı yemeğe karar verdik. Taş kadayıf, çevizli karakuş ve fıstıklı halka kadayıf tatlılarını ayakta yiyorsunuz. 3 tatlıyı da tattım. Karakuş'u Mehmet Yaşin'in programında yaptıkları gibi bol cevizli yapmıyorlar. Ancak ununa antepfıstığı karıştırılmış halka tatlı ise, halka tatlıya sınıf atlatmış. Bu kadar göze ve mideye hitap eden tatlı olmasını beklemiyordum. Yemezseniz gerçekten bir şeyler eksik kalmış demektir. Tatlılarımızı yerken, ufak çaplı bir trafik kazası oldu. Bir belediye otobüsü, duran bir motosiklete çarparak devirdi. Kazanın aktörleri aralarında bağırışırken, senaryoda ismine rastlamadığımız bir genç, başrole soyunarak "adamın ekmeği ile ne oynuyon lan" diyerek otobüsü dövmeye başladı. Otobüsün açık kapısından girmek yerine, şöförün kapısını döverek aşağıya inmesi için davetiyeler sundu. Nitekim herkes, yoldan geçmekle sorumlu figuranlar tarafından ayrıldı. Adliyesindeki olaylarıyla meşhur şehrimizde bu kadar güzel yemeğin yanında bu olayı görmesem olmazdı hani. Yemekleri yedikten sonra, otel arama işine koyulduk. Karnımız davul gibi dolanırken, eski şehrin orta sınıf düzgün bir otele sahip olmadığını fark ettik. İki yıldızlı Çavuşoğlu otelinde iki kişilik odayı kişi başı 40 liraya tuttuk. Gaziantep'te kaldığım otel ile kıyasladığımda, bu otel biraz vasat kalıyor. Sıcak su biraz sıkıntı olsa da, temiz çarşaflar sundular. Sabah uçağa binmenin yorgunluğunu biraz uyuyarak attıktan sonra, kaldığımız yerden devam etmek için yola koyulduk. Hedefimiz, şalgamın mucidi Ali Göde'ydi. Çetinkaya Mağazasının yanındaki İnci Otelin karşısında diye aldığımız tarife uygun olarak yollandık. Çetinkaya Mağazası bir mihenk taşı. Bir çok yeri burasını referans alarak tarif edebiliyor Adanalılar. Mutlaka Çetinkaya'nın yerini öğrenin. Ali Göde, küçük bir dükkan. Tezgahında acı sos ve şalgam tencereleri var. Acı soslu şalgamlarımızı söyledikten sonra ben bir iki yudumdan sonra pes ettim. Yerinde de içtikten sonra artık ağzıma şalgam koymam için neden kalmadı. Çünkü tadını bir türlü sevemedim. Burak'ın söylemesine göre gerçekten iyi şalgammış. Her neyse şalgamı da içtikten sonra Kebapçı Mesut'a doğru yollandık. Yerini ne de olsa önceden belirlemiştik. Hava güzel olduğu için dışarıdaki masaya kurulduk. Birer kebap söyledik. Süzme yoğurttan çok güzel bir cacık geldi. Sarımsak eklemelerini rica ettik. Hemen ekleyeverdiler. Marul salatası, karışık yeşillik salatası ve turp masaya geldi. Mangal'ın başına gittiğimde, yağlı ekmek istedim servis yapan Hıdır Bey'den. Oranın fırın olmadığını, ekmek yiyeceksem, fırana gitmemi söyledi. Meğer dediği şakaymış. Etin yağında çürümüş ekmekler Adana ile beraber servis yapıldı. İstanbuldakilerin aksine Adana Kebabında tamamen et tadı aldım. Diğer Adanaların aksine, bunda kırmızı biber yoktu. Sadece et vardı. Baharatıyla ve eti ile çok leziz bir kebap yedik Kebapçı Mesut'ta. Bir yandan kebabın yanında içilen küçük rakının etkisi bir yandan da Mehmet Yaşin'in denediğim onca yerden sonra en sonunda beğendiğim bir önerisine rastlamış oluşumdan keyfim yerindeydi ancak hesap biraz beklediğimizden yüksek geldi. ( 2 kebap,bir küçük rakı ve meyve tabağı, 75 lira) Rakıları içerken, Hıdır Abi'ye sabah nerede ciğer yiyebileceğimizi sormuştuk. O da bize pazar kapalı olduğu dönemlerde iki ustasının dükkanı 11 gibi kapatır kapatmaz, uyuyup sabah namazı vakti ellerinde rakı, ciğer yemeye gittiklerini anlattı. Bize bu insanların deli olduğunu ispatlamaya çalıştığı sırada, ustaların marifetinden gözlerimiz parlıyordu. Gözlerimizin parlaklığını silmek istemiş olacak ki, tekrar üsteledi ama arka masadaki ortayaşlı evli çiftin erkek bireyi, " Hıdır abi, sen onun dadını bilmiyin ki, bir dadsan bırakaman" diyerek eski ustaları savundu. Hesabı ödedikten sonra, şehir merkezine doğru şırdancı aramaya koyulduk. Kebapçı Mesut'un hemen yanında Şırdancı Kemal vardı.Orayı gözümüz başta çok salaş gördü ve oturmadık. Ancak daha sonra geri gelip, tencerinin başına oturduk. Mumbar, Kırkkanat ve Şırdan'ı tencereden seçerek veriyor, Bülent Usta. Yemek yerken, Adanalım belgeselinde çıkan yer olup olmadığını soruyoruz, kendisi olduğunu söylüyor. Bir şırdanı afiyetle yiyoruz. Şırdanın içinde et olmazmış. Olursa da hayvanın işe yaramaz parçalarını katarlarmış, bu yüzden sadece pirinç ve baharatlar var içinde. Bülent usta, İstanbul'da bir ara bir şubesinin olduğunu söylüyor fakat sonra kapatmış. Hayvan kesiminin olmayışından mesleğinin ölmeye başlamasından endişeli. Şırdan'ı da yedikten sonra karnımız iyice doydu. Elimizde sodamız biraz daha şehri gezdik ama eski şehirde el ayak çekilmişti sokaktan. Dolu midemizle otele döndük.
Sabah 5'te kalkıp ciğercilere gitmeye niyetlendik yatmadan önce. Sabah 5'te kalkmayı becerebilsem de, ciğercilere gidecek gücü kendimde bulamadığım için uyudum. Kalktığımızda saat yediyi daha yeni geçmişti. Eşyalarımızı aldık ve büyük saate doğru yollandık. Pazar günü tüm dükkanlar kepenkleri bizden utanırcasına kapatmışlardı. Yolüstünde elektrik direğine asılı bir tabelada, Tarihi Kazancılar Kebapçısını okuduk. Burak'ın Adanalım belgeselinde izlemiş olduğu eğlenceli mekanı bulmuştuk. Ara sokağı attığı masalarla kaplamıştı ve eğlenceli bir gecenin yorgunluğu gösteren duvarlardan destek alan kapısı kapalıydı. Hemen yanında başka şubemiz yoktur diye afişlerle duvarlarda boşluk bırakmayan Asmaaltı Kebapçısı vardı. Gelmeden önce burayı şiddetle tavsiye etmişlerdi. Ancak ben isminde yine asmaaltı geçen şehir merkezindeki diğer dükkanlar zannetmiştim bana tarif edileni ama bu kadar başka şubemiz yoktur ibaresini görünce, tavsiye edilen yerin burası olduğunu fark ettim. Pazar sabahı burası da kapalıydı. Oradan saate doğru yürürken burnumuza güzel kokular gelmeye başladı. Hemen bir sonraki sokakta yol boyunca ona yakın ciğerci mangallarını dizmiş sokağa atılmış masalarındaki Adanalılara servis yapıyorlardı. Önce yol boyu yürüdük. Mangal dumanı kaplamış yolu bitirdikten sonra bir yere oturmaya karar verdik. Otururken sabahın sekizinde insanların rakı içtiklerini görerek şaşırdık. Hemen arkamızda şişlere ciğer geçirmekle sorumlu bir amca vardı. Küçük radyosu ile türkü dinleyerek aralıksız şişe ciğer geçiriyor, bir yandan da garsonlar şişleri alıp hemen mangala getiriyorlardı. Parçalar şişte büyük iken, pişip servis edilirken çöp şiş kıvamına geliyordu. Bu biraz bizde hayal kırıklığı yaratsa da, ciğerin lezzeti ve modern tabirle içinde bulunduğumuz ambiyans keyfimize keyif katıyordu. Sumaklı soğan, domates ezmesi ve karışık salata çok lezzetli ekşi ayranla beraber geldi. Bir porsiyonda beş şiş var. Beşer şişle karnımız doyduktan sonra, sabah demeden rakı içen insanlara hayran bir halde BüyükSaat'in yolu üzerinden Seyhan nehrine doğru yollanmaya başladık. Sol tarafımızda UluCamii'yi gördük. Dışarıdan bakıldığında çok özel bir mimarisi olduğu göze çarpıyor. Camiiye doğru giderken, bir türkü tutturmuş amcanın sesine doğru yollandık. Geldiğimizde türküsünü bitirdi, selam verdik, aldı selamımızı. Sonra nehre indik. Barajyolu dolmuşu ile seyhan gölüne gidecektik. (Dolmuş 1 lira) Baraj yolu olmasına rağmen hiç su görmediğimizden inmemiz gereken yeri beklerken şöfor son durak olduğunu söyledi. Neyseki bizi dönüşte bir köşede bıraktı ve oradan 15 dakikalık bir yürüyüş yolunda üniversite ve göl tarafı kavşağına vardık. Biz üniversite yerine kebapçılar tarafına yollandık. Gölün tam ortasında bulunan Sevgi Adasının karşısındaki bir yol kenarı çaycısında çay içtik. Kaçak çayı çok lezzetliydi. Biraz daha ileri gittik. Yol boyunca bici bici sahlep satan bir çok çaycı bulunuyor. Yazın buraların mangalbaşına durmuş insanlarla dolu olduğunu düşünmek hiçte zor değil, çünkü kış güneşinin cömert olduğu bu zamanda bile insanlar hemen mangallarını alıp yaz provalarına başlamışlardı. Bol boyunca, barlar ve restaurantlar bulunuyor. Ama biz, üstüne basa basa gitmemizin tavsiye edildiği, geride bıraktığımız metrelik kebabın mucidi Kolcuoğlu'na, midemizde biraz da yer açmayı umut ederek yürüdüğümüz tüm yolları geri teperek, gidiyoruz. Garsona sorduğumuzda Merkez Şubesi olduğunu öğrendiğimiz Kolcuoğlu'nda yol kenarındaki bir masaya kurulduk. Başta ayran söyledim. Ancak daha sonrasında gelen bir çok meze bize zorla rakı içirdi. Muhammara, kavrulmuş soğan salatası, tahinli bir meze, mevsim salatası, baş tacı turplar, maydanoz, süzme yoğurt ve karışık soğan salatası. Mezelerden sonra fındık lahmacun ve lokmalık kaşarlı pide. Mezelerin tadıyla keyifle rakılarımızı yudumlarken, midemize biraz daha iş çıkaracak metrelik kebabımız geldi. Adana kebabının üzerinde, sebze ve tavuk kanadı ile şişinin bulunduğu ayrı bir şiş var. İki kişilik masamızın ortasında küçük bir sehpa üzerinde metrelik kebabın duruşu bile başımızı döndürürken, tattığımızda ise tokluğumuz tarihe karıştı. Bir gün önce, Kling Usta'da yemiş olduğumuz gibi içerisinde kırmızı biber vardı. Görüntüsü harikaydı ve çok lezzetliydi. Kebapçı Mesut ile kıyaslandığında ikisinin de tadı çok farklı! Ve ikisi de çok lezzetli. Kıyaslamak zor ama Kolcuoğlu çok daha fazla göze hitap ediyor ama Mesutun tadı belki burun farkı ile ( biraz daha yağlı oluşundan belki, lezzetli et yağlı olmalı) ağzımı göğüslüyor. Sonrasında beş çeşit meyvenin her birinin ayrı tabağa konduğu meyve tabaklarını ikram ettiler. Meyveleri künefe takip etti. Oradaki künefeden çok daha iyi künefeler yedim ama yediğinize pişman edecek bir künefe değil. Bilmem kaçıncı porsiyon yemekten sonra bir kaç dakikalık yürüme mesafesindeki minibüs yoluna gittik. Minibüsle şehre geldiğimizde, yolluk birer muzlu süt almaya karar verdik. Kazım Büfe'den paketlediğimiz sütlerimizle, Gönül Kardeşler'den tatlı ve Ali Göde'den şalgamı alıp, meydan minibüsü ile havalimanına doğru yollandık. Tatlı alırken taş kadayıf'ı tattım. Bizim yoğurt tatlısı dediğimiz tatlıyı andırıyordu. Antepfıstıklı halka tatlı ile kıyaslanabilecek bir lezzet değil! Uçağa binerken kontuar görevlisine içeri sıvı alıp alamayacağımızı sorduk. Şalgam almanın yasak olduğunu söyledi ve içmek zorunda kaldık. Ancak içmediğimiz mutlu sütlerimiz ile rahatlıkla içeri girdik. Şalgam'ı da içeri sokabileceğimi düşünerek hayıflandık. Dolu midenin afallaması ile bir saat yirmi dakika süren yorucu uçak yolculuğu sonrası trafik yüzünden iki saatimizi çalan Sabiha Gökçen - Taksim yolunda daha da perişan olmamıza rağmen hala midemiz bayram ediyor, yüzümüz gülüyordu.

28 Mart 2010 Pazar

The Darjeeling Limited


Küs Kardeşler Limited Şirketi
Uzun zamandır, ne istediğimi bilmeden ama ne istemediğimden emin filmleri izlemeye başlayıp birkaç dakika sonra ya izlemekten vazgeçiyor ya da ninni dinlermişcesine uyukluyordum. Darjeeling kelimesinden olsa gerek, filmin flemenk asıllı olduğunu düşünüyordum. Altyazı ararken hatamı fark ettim ve yönetmeninin Wes Anderson olduğunu öğrendim. Yeni indirdiğim ve izlemeye erindiğim film olan Bottle Rocket filminin yönetmeni.
Üç kardeş, Hindistan'da The Darjeeling Limited adlı trenle iç huzura ermek adına yolculuğa çıkıyorlar. Birbirinden farklı ve birbirine hiç güvenmeyen üç erkek kardeşin renkli yol hikayesi. Ne düşünseler ne etseler bir türlü istedikleri gibi olmuyor. Kan bağıyla bir araya gelmiş, kaybedenler. Yolculukları bir bakıma hayatlarının yansıması, mekan farkıyla.Son zamanlarda ilgimi çekemeye başlayan Hindistan'ın seyri keyif veren görüntüleriyle bu üç renkli karakterin macerasını izliyoruz. Kardeşlerin yol boyunca karşılaştığı karakterler de filmin zenginliğine destek oluyor.Yol hikayelerini, hayatınızda olduramadıklarınızın yansımasını ve Hindistanı seviyorsanız, izlemekten çok keyif alacağınız bir film.
Filmi o kadar sevdim ki, indirdikten sonra konusu pek ilgimi çekmeyen Wes Anderson'un diğer filmi olan Bottle Rocket filmini izlemeye koyulacağım.
Ayrıca yönetmenin, filmde geçen aşk hikayesinin öncesini anlattığı bir kısa filmi var. Hotel Chevalier...


Bottle Rocket
3 çılgın ya da bu şekilde tanımlamak ne kadar doğru olur,tahtası eksik erkeğin bir araya gelip, gangester olmaya çalışmalarını anlatıyor. Absürdlükler hat safhada. Ancak The Darjeeling Limited'ten sonra pek yavan geldi. Owen Wilson, The Darjeeling Limited oynadığı role benzer bir role soyunduğu film bittikten sonra hafızada iz bırakmıyor.

The Air I Breath


"Herhangi bir duygunun kalıcılığı bir dalganınkinden daha uzun değildir." Henry Ward Beecher
"... Hep merak etmişimdir, bir kelebek
güvenli kozasından çıktığında
ne kadar güzel bir hâle geldiğinin
farkında mıdır?
Yoksa kendini hâlâ
bir tırtıl olarak mı görür?... "
Film, merak uyandıran cümlelerle başlıyor. Kitap okumak yerine kitap okumuş havası atabileceğin cümleleri bombardıman edecek diye bekliyorsun. Hani olmaz ama olur da bir laf eder hayatın değişir, Sihirli değnek, torrentle inen bir film oluversin diyorsun... Film sonunda bir de şu veciz ile de biraz düşündürüp, kötü bir Magnolia ve Babel kopyası olmaktan öteye gidemiyor.
"
Gelecek ne şekilde
yazılmış olursa olsun, bunu değiştiremem. Bazen değiştiremediğiniz şeyler ise en sonunda sizi değiştirir."
Diğer şeylerin aksine filmde çok iyi müzikler kullanılmış. Güzel bir OST albümü var filmin. Özellikle de filmin hemen başında davulla başlayan Autolux'un Turnstile Blues şarkısı harika. Filmden çok albümü tavsiye ederim.