10 Nisan 2010 Cumartesi

Akdeniz - Panait Istrati

Adrian Zograffi, yirmili yaşlarında İbrailli Rumendir. Adrian için İbrail'de annesinin yanında yaşlanmak yaşamak sayılmaz, bu yüzden yanına sadece hayallerini koyduğu bavulunu alarak Köstence limanından arkadaşı Mikail'in yaşadığı Mısır'a doğru hareket eden gemiye biner. Çok şey öğreneceği boya ustası yahudi Musa ile yol arkadaşlığı edecektir. Musa'nın bir çok dili bilmesi sayesinde İstanbul, Tire, İzmir ve İskenderiye'de şehirlerin tadını çıkarma fırsatı bulacaktır. Bir yandan Musa'nın bir muhabbet tellalına aşık olan kızı Sarah'ın bar açma hayallerini hayran hayran dinleyecek, bir yandan da kızının hayat kadını olmasından perişan olmuş Musa ile rüzgarın götürdüğü yere gidip insanlığı sorgulayacaktır. Zengin olma gibi bir düş taşımayıp, aksine zenginliğin bir çok şeyden edeceğini düşünmektedir. İskenderiye'de, kısa zamanda çok şey öğrendiği Rumen arkadaşı Mikail'in daha rahat bir yaşam için yaptıklarına şaşırıp kalacak ve arkadaşlığı her şeyden üstün tutan ve özgürlüğüne düşkün düşüncelerini zaman zaman sorgulayacaktır. Her sorgulamada kendisinden daha emin olan maceraperest Adrian, hayran olunacak bir empati örneği göstererek çevresindeki insanları onursuz bulmasına rağmen, onlara anlam bulmayı becerebilecektir. Özgürlüğü ve hayata bakışı ise, ileride zengin olabileceği Şam'da Shakespeare'i tanıyan tek bir insan bulamadığı için şehri terketecek kadar güzelliğe açlığı barındırmaktadır. Kısacası Akdeniz'in maviliğinde, insanları ve kendini arayıp, anlayıp, güzellikten,insanlıktan yana olmaya çalışan bir gezginin öyküsü.
İlk defa bir kitapta, ana kahraman gözümde canlanmadı. Ana kahramanda kendimden bir şeyler bulmadım. Adrian, bendim. ( Bir kaç eşcinsel hareketi hariç tutmalıyım. ) Arkadaşlığa ve özgürlüğüne herşeyden çok değer veriyor ve dünyevi metalar üzerine bir şeylerden vazgeçmek yerine metalardan vazgeçip inandığı şekilde yaşamayı seçiyor. Akdeniz'de, Romanya'nın soğundan uzak, bir kadeh rakı ve nargile ile geçebilecek bir zenginliği istiyor.

1 Nisan 2010 Perşembe

Özgür ve Mutlu mu?

Renk cümbüşü havuz. Sarının en solgunu, kırmızı en çırtlağı, ismini daha önce duymadığın renklerin kumkuması. Tek siyah sensin belki. Kendine siyahı yakıştıramıyorsun ama diğer renklere de ait değilsin. Siyah iyidir, her anlama yer verir... Damdan atlar gibi atlıyorsun, hemen aşağıdaki rengarenk havuza. Kimse davet etmedi. Kimse gel buyur demedi. Havuzun içinde sarıp sarmalandın. Ağzına, burnuna giren, mutluluk. İyi de yüzüyorsun, ya da dalıyorsun demeli. Bir daha nefes almana gerek kalmayacak ve ömür boyu orada kalacaksın. Bunu isterdin. Olmayacağını biliyorsun. Keşkenden sonra şu dökülüyor ağzından, insan hayatta mutlu olmalı. Mutlu olmak için yaşamalıyız. Hayatın sırrı çözüldü. Avazın çıktığı kadar bağırmak istiyorsun bunu. Ağzını açar açmaz içeri biraz daha mutluluk giriyor. Biraz sonra karnın ağrımaya başlayacak. Başladı bile mi? Aç karna olduğundan bu kadar mutluluk yutmak yormuştur mideni. Hala hayata dair herkesin bildiği ama nedense sır denilen cümleni düşünüyorsun. Diğer duygulara haksızlık yaptığın aklına gelmiyor. Gelmez ki, sevgilinden ayrıldığında, kramplar girmişti midene, boğazın kuruyordu. Sırrında üzüntü olmamalı... Ölüm karanlıkta bir kaç adım öten de, gözlerini sana dikmeden, senin orada olduğunu bilmeden öyle bakarken, gençliğine acıyıp, titremiştin. Korku da yakışmaz bu sırra. Böyle kalsın, ağzın kulaklarına varsın, hamurunda sadece mutluluk olsun hayatın.

Yine de olmadı değil mi? Boğulduğunu hissetmek üzeresin. Boğuyor seni renkler. Etrafını sarmışlar. Mutluluk boğuyor seni. Hiç bir hareketi istediğin gibi yapamıyorsun. Kurtulman mı lazım? Kelimeyi doğru mu kullandım? Kurtulmak? Neden kurtulmak? Esaret altında mısın? Özgür mü değilsin? Gökten radyo dalgaları ile ışınlarla mutluluğu çizerlerken, içine düşmek bu kadar kolayken, gün aşırı duyduğun kelime, özgürlük, özgürlüğün kayıp gidiyor mu elinden?